Cuma

mi majör si majör

kalbim carpiyor. tamam bir gece önce tüketilen alkol ve saz arkadaslarinin da etkisi var bunda birazcik ama asli sebep müzik. okuldan bildiriyorum. calisma odasinda Bach beni bekliyor. lisansta aldigim analiz derslerinin getirilerini az bucuk görüyordum hali hazirda ama kuru bir cözümlemenin ötesine pek gecemiyordum. oysa ben biraz önce tabiri caizse aydinlandim. rondolu gavotte`un temasindaki güzelligi hissetmenin ötesine gecip anladim. cözümledim falan. sasi bak sasirlarda hani o ilk üc boyutlu resmi görmeyi basardiginiz an vardir ya, hah o iste. döne döne gelen o pek yalin sekiz ölcünün sir perdesi bir anda gözlerimin önünde acildi. ritmik ve armonik metrumun icine gizlenmis ayna yansimalari, mükemmel simetriler fiskirdi. analitik bir esrime yasiyorum ve simdi hemencik calismaya dönüyorum.

Cumartesi

gezeceğim

bu pazartesi ben, on beş yılın ardından ilk defa sağ el tırnaklarımı keseceğim. 25 faarenaytı 25 selziyusla takas edeceğim. ben hayatımda ilk defa on gün boyunca tek bir tanıdığın yüzünü dahi görmeyeceğim ama işte mesela sirke gitmeden fil göreceğim. bi ara sari bilem giyeceğim. büyük ihtimal sindirim sistemini en az bi posta esaslı şekilde bozacağım. ama of var ya ne yemekler yiyeceğim. üstüne de suyumu ev sahiplerimi gücendirmemek için dudaklarımı bardaklara değdirmeden içeceğim. otorikşalara binip okyanus suyunda çimeceğim. turistlik hummasından, memleketten tanıdığım bildiğim şeylere bile `vayy!` çekeceğim. olur ya, belki tapınaklardan birini gezeriken ruhum bütünlendi sanacağım. üç, iki, bir, başla!

Çarşamba

celebrity

Knut niye ölmüştü? ilgisizliğimden. ya da Knut aşırı ilgiden ölmüştü. Knut Knut olduğu zamanlarda hiçbir kitabını okumadığım Knut Hamsun'u ve düğümü çağrıştırması dışında benim için pek bir önem teşkil etmiyordu ama gene de bir şekilde baktığım her kutup ayısında onu görmeme neden olacak kadar ünlü olmuş, sonunda da şöhretinin ağırlığı altında ezilip can vermişti. Berlin hayvanat bahçesindeki özel tasrım mağarasındaki Knut, kokainle parçalanmış damarlarının sırrını saklayan burnunun üzerine oturttuğu reybeninin ardındaki kan çanağı gözlerini, akşamdan kalmalığını alması umuduyla kafaya dikmeye hazırlandığı sabah viskisne dikmiş halde gözümün önünde canlanıyor bir an. acaba bir kutup ayısı olarak Knut'un hayata veda ettiği yaşın insan ömründeki karşılığı 27 olabilir mi? peki ben arkadaşımın çekiştirmesi vesilesiyle gittiğim panayırdaki topları deliklerden geçirmece tezgahının en makbul hediyesi olmasından ve benim de hırslı bir oyuncu olarak hep gözümü yükseklere dikmemden ötürü onu kazanmak istemem dışında Knut'la beş senedir yaşamakta olduğum bu topraklarda kurulabilecek en gevşek bağı kurmuşken neden şimdi oturup Knut'u düşünüyorum? hatta Knuuut ölmedii, yüreğimdee yaşıyoor diye korkunç marş uyarlamarı dönüyor kafamın içinde. tüm bunların şu anda çalışmaya oturmak istemememle, yaklaşık 10 gün sonra muhtemelen yalnızca ilk 15 dakikasını çalacağım ve gerisini çalma şansı bulamayacağım, halihazırda her tarafından sarkmakta olan 75 dakikalık programın neresinden tutup da çalışacağımı bilemememle falan alakası yok. bütün samimiyetimle Knut'u düşünüyorum.

Cumartesi

yay! 90's are back!

ah senelerdir ben bu günü bekliyordum. henüz çoluk çocukken, çevremde olup bitene az ayar, yakın çevremin azıcık uzağında olup bitene hiç aymazken bile bir moda algısı gelişmişti. hatta her insan evladının kendine has cinsinden bir nebze de olsa sahip olması olmazsa olmaz stile (stayl) dair bende ne varsa o zamandan kaldı. hele ki seksenlerin döndüğü günden beri benim gözüm doksanların yolunu gözler. sağolsun moda dünyası, büyük stil ikonları beni fazla bekletmedi. gerçi yemeyip içmeyip doksanların dönüşünü bekleyen bi ben olsam, ikonluk mertebesine yükselememiş olmamın da etkisiyle pek ilerleme kaydedemezdik. neyse ki konjonktüre göre her çağın ruhunu, üstelik de değişim adına ısıtıp ısıtıp önümüze koyan insanlardan yana eksiğimiz yok. iş böyle olunca regresyondan sayılmıyor. biraz zorlasak buna döngüsel bir zarafet, ritm, hatta mistisizm yükleyebiliriz. sadece modanın beşiği olan muasır medeniyetlere değil Türkiye tarihine bakarsak da bu böyle. hoş bizde doksanların dönüşü tüketimin biraz daha farlkı bir alanında olageliyor (ah sen ne mükemmel tensimizdin present perfect progressive). hareketten yana zengin ama biraz daha az zarif, biraz daha az mistik. böyle evden acilen çıkmak, bir yerlere yetişmek, işleri yoluna koymak gerekirken o insanın içine çöreklenen ne giyeceğini bilememe, hiç bir şeyi kendine yakıştıramama, aynanın karşısında kendine bakarken donup kalma hali gibi. çok korkunç monşer. oysa barış insanın kendine yakışanı giymesidir. peki politika ikonlarımız da koskoca seksenleri bir çırpıda sıfırlayıp doksanlara saldıran moda dünyasından esinlenerek, bir otuz bin canı daha, ama bu sefer bir çırpıda tüketip iktidar açlıklarını bununla da dindiremeyeceklerine ancak tüm ölümlerden sonra mı kanaat getirecekler diye sormadan edemiyorum. yoksa ekonomik büyümenin etkisiyle bu hesabın kalemlerini başka sayılar mı süsler?

Pazar

mezün



ne değişti? kendimi müzisyen olarak tanımlayabilmem için ille de bir diploma gerekmiyordu. onun için çok çalışmam lazımdı, eh ben de yaptım. ama sanırım bundan sonra meslek hanesine öğrenci yazma kolaylığına kaçmayı yüzümün tutmadığı zamanlarda müzükçü, gitarcı gibi alayla deforme ettiğim ifadelere başvurmadan konuya gelmem daha kolay olabilir. aslında tek ü ile sınırlı kalmak kaydıyla müzikçi iyi gibi.

Pazartesi

aslanım kaplanım

VariationenübereinThemavonMozartFernandoSor(1778-1839„Dasklingetsoherrlich“Op.9SuiteinhmollfürLaute/CembaloBWV997J.S.Bach(1685-1750)PreludeFugueSarabandeGigueDoublePauseHomenaje„LeTombeaudeDebussy“ManueldeFalla(1874-1946)Invocacionydanza(DieAnrufungundderTanz)JoaquinRodrigo(1901-1999)TresApuntes(DreiSkizzen)LeoBrouwer(1939)DeelHomenajeaFalla(AusHomenajeaFalla)Deunfragmentoinstrumental(AuseinemKammermusikwerk)SobreuncantodeBulgaria(ÜbereinbulgarischesLied)bidebispatlatırımsonrabenmezunolurumvesonsuzadekmutluyaşarımherşeysüperşahanebitartık

bionade Nr.1


çok oldu. çok kar yağdı. şimdi gidici bir bahar havası var. bu arada hepimiz assange'ın nasıl okunduğunu öğrendik. yeni yıl yeni yıldı. ben yeniden insan içine karışmaya başladım. lakin her an vazgeçebilirim. çünkü çok zor. çünkü hiç uğraşmak istemiyorum birilerine kendimi anlatmak için. kendimden göstermek istediklerimi gösterip, zamanın göstermek istemediklerimin çaresine bakıp onları yavaş yavaş açığa çıkarmasını beklemeye mecalim yok. şimdilerde diyorum ki hayal kuracaksam niye ufak oynayayım? neden devrim dururken revizyona tamah edeyim? başarı dururken başarısızlığın rölantisine ya da aşk dururken beklentisizliğe ya da sanat dururken zanaate? mesela birinciler elimden gelmediği için, ve elimden sadece ikinciler geldiği için olabilir, evet bu makul bi sebep olabilir. ya da mesela birincilerin tanımlayın hadi kolaysa, ama iknciler kolay ya. hem sonra artık demezler mi yaşını başını aldın, olmamışsa olmuyordur demezler mi, derler. sonra ben demez miyim yapma öyle bak sonra çok acıtıyor, kaçkere dedim sana lan salak. zaten ocak ayının sevmediğim günü yaklaşıyor. havalar da matem için uygun hale gelecek diyor havadurumu. işte bi günler uzuyor allahtan. uzadıkça tekrar kısalacakları günler de yaklaşıyor. yaşlandıkça geride bıraktığımız zaman, hadi bir yıl olsun ya da küsuratlı olsun, bi buçuk olsun onu ikiye yuvarlayalım ordan etti mi sana dört, paydayı büyütürken hayatımızdaki payı küçüldüğü için mi bu kadar hızlı geçmiş gibi geliyor? ya noluyor bu zamana? ayıp bence. endişeli zamanlarımda buralara gelip ilk bionademi içeli ne oldu şunun şurasında? zamanın geçtiğine ikna olmamı sağlayacak tek şey (tek olduğu yalan ama işte belki de değil), başka türlü çalıyor oluşum. ama bu kadar zamanın geçtiğine inanmamamın ya da inanmanın işime gelmemesinin sebebi yeterince başka çalamıyor oluşum. ben çalışayım en iyisi.

Pazar

caution: don't pity yourself

parmağımı, eğer bu son eylemim ölümle sonuçlansaydı Darwin ödülü için yarışabilecek bir şekilde kesince bedenimde açıverdiğim yarıktan hemen değil, ancak durumu algılayıp acısını duymaya başlamamla birlikte muhteşem bir kırmızı fışkırıyor. sanki ben bakmasam, şaşırmasam kanamayacak. öte yandan böylesi yılmaz, kararlı, böylesi dinmek bilmez bir atılım, hem de benden, bana ait bedenden. üstelik en kırılgan, en kendi halinde, en vasıfsız parmağımı kesmişim. biraz ileri gitsem ikinci bir Django Reinhardt olabilirliğimin fantazisine kaptırıvereceğim bak şimdi kendimi (mendil bulmaya çalıştığım dolabın önünde iki gündür yerde dağılmış bir şekilde duran siyah beyaz Köln Concert'ın kapağına damlayan kanın estetiği başka neyin işareti olabilir ki?). oysa şu haliyle cazibesi kalıcılıktan yoksun. madem gelip geçici, ben de bu kırmızıya bir son veririm diyorum. parmağımı başımın üstüne kaldırınca bir an duraklıyor kanama. bir mucize! bir felaket. ah, ancak dışarı çıkıp yüzünü gösterdiğinde bedenimi doldurduğunu idrak ettiğim o kan, damarlarımda başımın azıcık üstüne kadar bile tırmanamıyor. ah, kalbim çarpmıyor. hep aşksızlıktan. bir uzvun yokluğunun müziğime katacağı saygınlıktan mahrum kalışımın üstüne şimdi bir de bu acı gerçeğin yüzüme çarpılmasını fırsat bilip üzülebilirim.

Çarşamba

karşılaştırmalı karşılaştırma

iki liralık


bir sopalık

(fotoğrafların ilki 14 Kasım tarihli Radikal'de yayınlanan Yıldırım Türker yazısından, ama halihazırda diğer gazetelerde medarı iftiharımız olarak yüksek tezahüratla geniş yankı bulmuş. ikincisi birdirbir'de Fevzican Abacıoğlu tarafından nakledilmişti)

Pazar

31 ekim 2010

sevgili Martin,

doğrudan konuya giriyorum zira an itibariyle yorgun ve sinirliyim. biliyorsun ki yaptığımız her seçimin ve gerçekleştirdiğimiz her eylemin sonuçları beklentilerimizi aşan boyutlar kazanıyor. ben de biraz senin icraatlarınınkilerden söz etmek istiyorum işbu mektubumda. seni, başlattığın ve günümüzde reformasyon olarak belli bir döneme adını veren sürece yönelten motifleri bir allahsızın elinden geleceği kadar anlıyor ve fakat bunun dışında konuya ilişkin pek derin fikirler ve hisler beslemiyorum. daha doğrusu beslemiyordum. oysa şimdi geriye dönüp bu beş asırlık sürece baktığımda bugünümü zehir eden olayların nasıl da kaçınılmaz olarak birbirini tetikleyerek geliştiğini görebiliyorum.
kendi hayatımda özellikle son dönemde katolik çileciliğinin etkilerini hissetsem de elbette protestan ahlakının oyduğu derin izler daha uzun bir vadeye dayanıyor ve hayatımı daha katı bir şekilde yönlendiriyor. gerçtiğimiz dört yıl içerisinde oylum oylum selvi boylum sevgili Martin. beni şimdi işin kapitalizm boyutuna sokma ama virtüözite denen illetin 19 yüzyıl başında ortaya çıkması bana pek masumane görünmüyor şu anki bakış açımdan. enstrüman çalımının tekil olarak satın alınabilir bir eylem haline gelmesi desek buna eğer ki, o zaman günümüz koşullarında "vahşi virtüözite"den de bence söz edebilirim ben burda.
"vahşi virtüözite" konusunda anlaştığımıza göre gelelim bunun diğer tüm müzik yapıcıları gibi hibon kişisi üzerindeki etkilerine. yaşı kemale ermiş ve hala mektepli olan müzik işçilerinin hali hazırda üzerlerinde bulunan baskı, hibon kişisinde bir de bitirme konserini 2 ay öne çekmek zorunda kalmasıyla pekişmiştir. bir nevi müzikal kurtuluş/kutsanma olacak bu konsere yönelik gelişen zamansal kısıtlama cennete kabul için yerine getirilmesi gereken kriterlerde herhangi bir değişikliğe izin vermez. zira her zaman için bu kriterleri sözkonusu süre içerisinde yerine getirebilecek sözde esnek özde katı mı katı bu çalışma koşullarını dayatan diğer müzikçiler bululnmaktadır ve akademik ortamdaki yansımalarını bulan piyasa koşulları da durumun bireysel ölçekte değerlendirilmesine izin vermez. kısa zamanda daha çok, daha çok çalışmak, uf var ya 200'de falan tremolo çalmak, çalarken de takla atabilmek zorunlu hale gelir.
işte bu bizzat ben kendim olan hibon kişisi pazar sabahı bu motivasyonla (nasıl seninkiler kadar olmasa da fena değilller değil mi Martinciğim) sıcak yatağını gün ağarmadan terk edip henüz otobüslerin bile haftanın sonuna tekbül eden bu günün bu saatinde o can sıkıcı yokuşu tırmanmayı redderek varmadığı ve her gün orada çalıştığından ve daha iyi ve daha çok çalıştığından ve çalışmak zorunda olduğundan pek sevgili müzik aletinin bir dolapta kilitli durduğu okuluna yollanır. buraya kadar mutlu değilse de en azından ilahi kurtuluş umuduyla mutsuz da sayılamayacak bir hikayesi var hibon müzikal kişisinin.
ama Martin -kader değil- sen ağlarını örmüştün. beni dolaylı olarak mahkum ettiğin bu çalışma ve artık emek ve enerji üretme ve biriktirme kısır döngüsünde herhangi bir sorun görmüyor olabilirsin. gerçi ben görüyorum da ne oluyor? görmezden geliyorum. fakat senin bu reformasyonunun, katolik kilisesinin çürümüşlüğünün de katkısıyla geniş yankı bulmuş olması günümüzde, yukarıda sözünü ettiğim ilksel sonuçlarını baltalayan başka toplumsal ve hatta devletler nezdinde kurumsallaşmış sonuçlar da doğurdu. bunlardan biri de şu tam çalışmalık güneşli sonbahar gününün, kiliseyi pek güzel reforme ettiğin (alkış) ülke ve eyalette resmi tatil günü olması. ve bundan bihaber ve biçare benim sabahın köründe önce kapıda kalmam, sonra okul durağına gelmeyen otobüse yetişmek için 6.5 dakikada bilmemkaç yüz metreyi koşup, muhtemelen işini zamanında ve layıkıyla yapan ve tanrının cennetlik kullarından olan protestan bir otobüs şöförünün kaptanlığındaki aracı kaçırmam ve eve kadar 48 dakika boyunca sırtımda tüm günlük kumanyamın bulunduğu (bana öyle bakma, ben iştahlı bir insanım Martin) çantayla yürümek zorunda kalmam.
şimdi yanlış anlama; reformasyona ve milyonlarca insan tarafından kabul edilen protestanlığın yaygın olduğu laik ama toplumun geniş kitlelerinin, yani en azından elli yılı aşkın süredir burada yaşayan vatandaşlarının inanç ve ibadet gerkliliklerinin gözönünde bulundurulduğu ülkelerdeki sonçlarına ilişkin geniş resme hibon ayrıntısını eklerken bu ayrıntı üzerinden seni suçlamaya falan çalışmıyorum. gerçi her büyükişyapanadam gibi eleştiriye açık olmanı gerektirecek pek çok meselen varken ben şu durumda yalnızca olan biteni bilmeni istedim. artık bildiğine ve daha fazla muhattap olmamızı gerektiren bir durum olmadığına göre de mektubuma burada son veriyorum.

protestanca ahlaklı hibon

mani:

Pazartesi

mekanı cennet olsun ya da fixing a hole

Tuvalette, eee, saçımı tararken, evet, mayıstan kalma aşırma Spiegel'de kaldığım yerden Beatles dosyasını okumaya devam ediyorum. Beatles sözcüğü kulaklarımda Ömer Madra'nın çatır çutur sesiyle çınladığından Açık Radyo dinlediğim zamanlara dalıyorum bir süre. parmak hesabı beş-altı sene öncesine kadar hayatımın kendi içinde bütünlüğü olan ve pek de kesintiye uğramayan bir dönemini işaret ediyor. oysa pek bir daha yakın tarihim bana sürekli bir süreksizlikle tanımlanabilirmiş gibi geliyor. gerçi tarih dediğin nedir ki kişiseline, hele bir de yakın olanına koşulların çarpıtmasından muaf bakabilelim.
bir yandan saçımı tarayıp bir yandan da okumaya devam ediyorum. iki cümleye takılıyorum. ilki Paul McCartney'in sahneye çevik çıkışını betimleyen "sein Gang federt". kafamda Paul'den de atak bir şekilde harekete geçen düzçevirmenin maharetiyle yaylanmanın ve yürüyüşün bende çağrıştırdığı görüntü oyalıyor beni diğer cümleye gelene kadar. "Beatles in Liverpool ist wie Goethe in Weimar". zınk, Weimar'a dönüş. demek, diyorum, Liverpool'da yaşasam Beatles'a da prim vermeyeceğim. insanlar bana hala Goethe okuyup okumadığımı soruyorlar, ve ben istikrarlı cevabımı vermeyi sürdürüyorum. hah, bak işte sana bütünleştirici bir unsur yakın tarihimden. (cevap "hayır" bu arada, yanlış anlaşılma olmasın tamam mı)
sonra diyorum ki, ulan bak Paul'e, şunun şurası gençliğinden bi on senenin ekmeğini yiyor adam kırk yıldır. sen, diyorum kendime, bu hayatının en verimli devresi olması icap eden dört senede ne yaptın bre eşşek? elin Beatles'ı kadar olamadın, tuvalette dergi okuyup popüler kültür sıçarsın sen anca...
bi gazla aklıma geleni söylüyorum kendime. oysa anlaşmıştık, kendimize fazla yüklenmiyor, çıtayı yüksek tutmuyorduk (oha lan, Beatles dedin sen de, yavaş gel hayvan). işin bokunu çıkarıyorum ben de arada canım. sabır, hibon-san. cilağlaaa, parlat.
yazıyı gene yarıda bırakıp mekanı terk ediyorum. zaten şarkı da biçimsiz bir fade outla bitiyor.